DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Amasya °C

BİR DAHA DÖNEMEDİLER !

BİR DAHA DÖNEMEDİLER !
REKLAM ALANI
18.07.2023
366
A+
A-

BİR DAHA DÖNEMEDİLER !-Bir daha geri dönmediler oğul! Deyip, o yaşlı bedenini mıh gibi çivilediği sedirin hemen önündeki pencere pervazına dirseğini dayayıp, bir eli yüzünde, diğer elinde üç çekim tespih, Güveytepesi’ni seyre dalan Satı Nine’nin buz mavisi gözlerini unutmak ne mümkün…Yıl 1914 aylardan Ekim. Bayırlılılar ekin hasadını yeni bitirmiş, nadasa bırakılacak tarlalara kağnı çetenine doldurulan hayvan gübrelerini taşıma işine başlamışlardı. Bir sonraki yıl için güz ekimi başlamıştı bile. Güneş ışıkları karşı tepenin yamaçlarını henüz aydınlatmadan çil horozun ötüşüyle birlikte, üzerinde kılıcın bile kasatura gibi durduğu buğday tenli, iri cüsseli evin tek oğlu Hasan, dilinde besmele yatağından yavaş yavaş doğruldu. Biricik kızı Satı’nın üzerinden gece boyu kayan yorganı tekrar örtüp usulca yanağına bir öpücük daha kondurdu. Hasan’ın kırk üç yaşındaki babası Ahmet Çavuş, çok daha önceden kalkarak iki katlı ahşap evin kanatlı kapısı önünde abdestini almış elinde güğüm, omzunda peşkirle namazgâha doğru yönelmişti. Gelin Hatice ocakta kaynayan yarma aşını taşmasın diye karıştırırken, bir yandan el yordamıyla terecede iğne iplik arıyor, diğer yandan da gözü gibi koruduğu yedi yaşındaki kızı Satı’nın derin ve sessiz nefes alış verişini dinliyordu. Küçük kızın gördüğü rüyadan mıdır bilinmez, ara sıra o masumane gülen yüzüne bakıp, kâh hüzünleniyor kâh tebessüm ediyordu. Bir ara gözü, eşiyle kaynatasının eskimiş kıl pantolon ve yün çoraplarını akşamdan çitiyip, yamalı frenk gömleği ile birlikte yol azığı olarak da bir tas yoğurt, pekmez ve somun koyduğu kirişteki çivide asılı duran heybeye takıldı. Kınalı elleri, bir an yemenisinden taşıp da alnında sarkan siyah kâküllerine gitmiş, “Bir tutam kesip de gizlice heybeye koysam mı?” diye düşünmüştü… İşte o an, damarlarında dolaşan kanın yüreğinin daha derin bölgesinde bir yere doğru ılık ılık aktığını hissetmiş, felç geçirircesine eli kolu tutmaz olmuştu. Eşinin ‘’Sofra hazır mı Hatice?’’ diye seslenişiyle bir nebze kendine gelse de tedirgin yüreğinde yavaş yavaş derinleşen bir yaranın oluştuğunu hissetmişti. Gelinle oğlun dizüstü oturup, Ahmet Çavuş’unsa bağdaş kurduğu sofrada eşlerin göz ucuyla bakışmaları sonrası, çorbaya sallanan kaşık sesleri kesiliyor, gözler seher yelinin sağa sola sürüklediği gazellerin pencere önündeki uçuşuna çevriliyordu.Muhtar, bir gün önce halkı köy odasında toplamış, ‘’Komşular! Sarıkamış ve doğu illeri Moskoflar, Ermeniler tarafından ele geçirilmiş, vatan işgal ediliyor. Genç, yaşlı eli silah tutan bütün erkeklerin tez elden hazırlıklarını tamamlayarak toplanma yeri olan Alevi(Suluca) nahiyesine doğru yola çıkmaları gerekmektedir.’’ demişti. Mesele vatan ve namus meselesiydi. İki el kanda da olsa gitmek gerekti. Şükür ki buğdaylar hasat edilmiş ve en azından geride kalanların tenceresi boş kaynamayacaktı. Sofradan erken kalkan Hasan, ‘’Baba’’ diye seslendi. ‘’Sen ineklerin yemini karıp, sularını ver. Koyunların yemlerine tuz ilave edip Karabaş’a da yal vermeyi unutma! Ben çıkıyorum. Haa baba! Bir de tarlaya gelirken eğer uyanırsa torunun Satı’yı da getir e mi?’’ Hasan, kızı için hüzünlü bir vedanın hazırlığını yapıyordu belki de… Eşi Hatice’ye sarılıp “Allaha emanet olun” dedikten sonra alnından öpüp ahıra doğru yöneldi. Sarı öküzlere koşum takımlarını vurup, karasabanı omzuna yükledi. Ayaklarında çarık ve elinde övendireyle köye yaklaşık bir kilometre mesafede Ağılönü mevkiindeki tarlasında çift sürmek üzere yola koyuldu. Arkasından bakakalan eşi gözyaşlarını içine akıtırken, hıçkırmamak için kendini zor tutuyordu. Ağılın etrafında eline geçirdiği bir çalman süpürgesi ile bilinçsizce sağı solu süpürüyor, bir yandan da gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını el örgüsü hırkasıyla silmeye çalışıyordu. Ahmet Çavuş, kuşluk vaktine doğru işlerini bitirmiş, bir sekiye oturup tabakasından çıkardığı tütünü diliyle ıslattığı sigara kâğıdına sardıktan sonra cepkeninden özenle çıkardığı muhtar çakmağıyla yakarak derin bir nefes çekmişti. Gözlerini köy meydanına çevirdiğinde ise, öylesine dalgındı ki kor haline gelmiş sigaranın yaktığı işaret parmağının acısına bile aldırış etmiyordu. Oğlu Hasan daha küçük bir çocukken, yıllar önce kaybettiği eşini, belki bir gün babasız ve dedesiz büyüyecek olan torunu Satı’yı, belki de bundan sonra hayatı tek başına göğüsleyecek olan gelini Hatice’yi düşünüyordu. Kim bilir…Hatice duyduğu ağlama sesiyle elindeki süpürgeyi bir yana atıp, eve doğru deli gibi koşmaya başladı. Bu yedi yaşındaki kızı Satı’dan başkası değildi. Uykudan yeni uyanmış, pembe yanaklarında henüz iyileşmeye yüz tutmuş, suçiçeği nedeniyle meydana gelen kabukları yolmanın verdiği acı neticesinde, annesini de yanında göremeyince başlamıştı ağlamaya. Hangi yürek dayanır ki iç çekişine, küçücük dudaklarını büzüp hıçkırırken minik elleriyle gözyaşlarını silmeye çalışan lüle saçlı o masum bebeğe… Hangi yürek…Gün ortasına doğru güneş zaman zaman cılız yüzünü gösteriyor, en çok da bulutların arkasına çekilerek gözden kayboluyordu. Kuşlar harman yerinde arta kalan arpa ve buğday danelerini yemekle meşgulken, sincaplar tavan arasına yumurta ve ceviz taşıma telaşındaydı. Bir karınca kendi cüssesinden çok daha büyük ayva çekirdeğini yuvasına doğru sürüklerken, arada erzak taşımakta zorlanan ailenin diğer fertlerine yardım etmekten de geri kalmıyordu. Satı’nın karnı doymuş, annesine çocukça bir şeyler anlatıyor, annesi de üzüntüsünü fark ettirmemek için ona katılıyor ve birlikte gülümsüyorlardı. Nihayet Ahmet dedesi çıkagelmişti. Satı hemen dedesinin kucağına atlayarak babasını sordu.—Dede babam nerde? —Tarlada yavrum. İstersen birlikte gideriz. Dedikten sonra gelini Hatice’ye dönüp, ‘’Kızım, Satı’nın eynini başını giydir de babasına götüreyim. Hasan, senin için gelmesin demişti. Ama kıza kim göz kulak olacak, sen de bizi uzaktan takip et. Asker uğurladığımız Dedepelit tekkesinde bekle. Birlikte dönersiniz.’’ Hatice başını öne eğip kısık bir sesle, ‘’Peki baba.’’ dedi.Geçirmiş olduğu çiçek hastalığı nedeniyle yüzünde kabuk bağlayan yaraların tatlı kaşıntılarını unutan Satı, saçlarının dağılmasına bile aldırış etmeden başını sağa sola sallayıp, ayaklarını hop indirip, hop kaldırarak kendince türküler söylüyordu. Bir yandan da annesi, babasının yeni aldığı mavi rengin hâkim olduğu pembe puanlı fistanını giydirmeye çalışıyordu. Nihayet babasının sabahın erken saatlerinde gittiği tarlaya doğru yola koyulma vakti gelmişti. Satı, dedesinin elinden sıkıca tutarak,—Dede, bana bez bebek yap e mi! Bi de gelin gibi süslerim oh! —Niye kızım! Yeni yaptığım bebeğine ne oldu? Arkadaşıma verdim de… Babama da at arabası yaparsın, annemi de alıp uzaklara gidip gezeriz. Hani, babam artık öküzler iyice kocadı, at alalım dediydi ya… Hatice, başını sağa sola sallayarak, dedesine bir şeyler anlatan kızını gözden kayboluncaya kadar izledi. Babasının yanına gittiğinden emin olduktan sonra yüreği bu acıya daha fazla dayanamayıp, dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu yere çöküp öylece kalakaldı. Elleri semaya doğru açık, ‘’Ne olur Allahım! Sağ salim dönsünler, ocağım sönüp, yavrum yetim kalmasın.’’ diye gözyaşı döküp, yakarıyordu.Babasını gören Satı, dedesinin ‘’Aman kızım yavaş, düşersin!’’ demesine aldırmadan dedesinin elini bıraktığı gibi herk edilmiş tarlada düşe kalka koşmaya başladı. Hasan, kızını görünce karasabana koşulu olduğu halde öküzleri evlek başına bırakıp, hızlı adımlarla ona doğru yürüdü. Satı, babasına uzunca bir süre sarılıp öptükten sonra, toz toprak içinde kalan elbisesini minik elleriyle silkelerken bir yandan da ‘’Baba, dedem bana bez bebek, sana da at arabası yapıp annemi de alıp bizi gezdirecek.’’ diyordu.Tarlada solucan toplayan kuşlardan eser kalmamıştı. Çocuk denecek yaştaki çobanlar sürülerini köye doğru yönlendirmiş, gün ikindi saatlerinin griye çalan rengine bürünmüştü. Sabahleyin kimi eşekle kimi sırtında, ormandan kışlık odun tedarikine çıkan köyün yaşlı kadın ve erkekleri yavaş yavaş dönüş yoluna geçmişti. Bir iki saat sonra da kaş kararacaktı. Baba ve oğul havaya şöyle bir göz attıktan sonra göz ucuyla birbirlerine bakıp, başlarını sessizce sallayarak, artık gitme vaktinin geldiğini ifade eden bir hâl almışlardı. Ama bunu minik yavruya nasıl anlatabilirlerdi ki?Hasan, sürümü yarım kalan tarlanın çıkımı başında bıraktığı öküzlerin zelvelerini çözüp boyunduruktan kurtarmış, sonra karasabandan ayırdığı toprağı işleyen demir aksamı cemekle temizlemeye koyulmuştu. Ahmet Çavuş ise torununa;“Bak işte yavrum, şu aşağıda gördüğün beyaz konağın olduğu nahiye var ya! Hah işte, oraya babanla gidip sana kırık leblebi ve cam şeker alıp geleceğiz. Hatta bebeğine beşik bile alırız.’’ diyerek teselli içeren tatlı bir sohbete dalmıştı torunuyla. Satı, çocuk aklıyla sevinmiş olsa da ayrılık ona göre değildi. Peki! Anlamında başını salladı. Hasan, toprak kalıntılarından yeterince temizlediği karasabanın demirini eline alarak, kızına, ‘’Aç kollarını yavrum, ağırdır sıkı tut e mi.’’ dedi. ‘’Bak, tek boynuzla kesik kulak eve doğru gidiyor sen de peşlerinden git. Dedepelit’te annen seni bekliyor bunu annene ver kızım.’’ dedi. Satı başını sallayıp, ‘’Baba, annem beni erken yatırıyor, ben uyumadan gelin.’’ dedi. Sonra baba ve dedesine kimi zaman da kendisini bekleyen annesine bakarak sıkı sıkıya kavradığı karasaban demiriyle köyün yolunu tuttu. Ahmet Çavuş’la oğlu Hasan’ın üzerlerinde eski püskü yazlık elbiseler, ayaklarında yırtık çarıklar, omuzlarındaki heybede ise birkaç yamalı esvapla yol azığından başka hiç bir şeyleri yoktu. Zaman zaman arkalarına dönüp baktıklarında köye doğru ilerleyen Satı’nın çocukça hareketlerini izleyip, hâkim olamadıkları gözyaşlarını birbirlerinden gizleyerek, askerin toplanma yeri olan Suluca nahiyesine doğru sessizce yola koyuldular. Ve bir daha…-DÖNEMEDİLER!Düşünün! Öyle bir savaş ki baba ve oğul aynı cephede şehit düşüp, aynı kabre defnedilmişler. (Savaş sonrası cepheden dönenlerin ifadesidir.)Çünkü “Verilmiş Bir Söz Vardı.”Sabiye kaldı saban, baba, dede aldı yol.Değirmen yöresiydi Sarıkamış azığı.Çarık mezar, kefen kar, yamalı esvaplar sal,Sana cetbecet inam şahadetin yüzüğü.Amasya, Samsun, Trabzon, Erzincan, Van ve yurdun daha birçok yerinden yola çıkıp yürüdüler, yürüdüler… Kervan kalkar, yükü yolda düzülürdü. Bilselerdi Allahuekber Dağları’nda, Bardız’da, Çatak’da kurtların bile saklanmak için in aradığı birbuçuk metre kar içerisinde, eksi yirmibeş derecede can verecekler, yine giderlerdi… Çünkü, onlar için vatan namus, şahadet en üst mertebeydi. …Onlar! Bedenlerindeki terin buz kristallerine dönüşmesiyle koca bir çınar gibi gömüldükleri kardan, her baharın gelişiyle açan kardelenlerde buz mavisi gözleriyle yeniden doğarlar… Not: Anlatılan öykü gerçek bir yaşam öyküsü olup, öyküde adı geçen Satı babaannemdir. Ruhu şad olsun.SULUOVALI ŞAİR-YAZAR: MUSTAFA AYVALI.

REKLAM ALANI
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.